Sofia Coppola'nın Lost in Translation filmi üzerine yazdığım eleştirel bir saçmalık

Bu film ile ilgili söylenebilecek en basit şey, filmden öte birşey olduğudur

28 Temmuz 2008

28 gün sonra(temmuzun başından sayarsak). Sofia Coppola''nın Lost in Translation filmi üzerine yazdığım eleştirel bir saçmalık:

Bu film ile ilgili söylenebilecek en basit şey, filmden öte birşey olduğudur ve sanki duygulara hitap eden bir yalınlık, kalabalık içindeki dinginlik, yalnızlık, sıkılganlık, leziz bir hayattan bezmişlik ve uykusuzluk dolu bir içtenliği ifade ettiğidir. Ruhun okşanmaya başladığı an filmi izlemeye başlıyorsunuz ve filmle beraber ruhunuz sakinleşmiş oluyor, uykuya dalıyorsunuz. Filmdeki karakterler gibi hissediyorsanız eğer, filme kendinizi kaptırmanız büyük bir olasılık. Açılış sahnesi bütün erkekleri ve bazı kadınları mest edecek kadar güzellikteki Scarlett Johansson'un transparan iç çamaşırı giymiş poposuna yakın çekim sahnesi ile başlıyor. filmin konusu aslında çok basit; Bob Crane orta yaşlı, karısı ile uzun zamandır iletişimini yitirmiş, çocukları ile de pek ilgilenemeyen ve bayadır film çekemeyen bir aktör. Tanındığı için herkesin ilgisine maruz kalan ve bundan acayip sıkılmış olan Bob Crane, kaldığı otelde, kendisine karşı ilgisiz bir kocası olan 2 yıllık evli Charlotte ile tanışır. Charlotte''nin kocası iş gezisine çıkar ve bu ikisi beraber eğlenceli vakit geçirirler, en sonunda aşık olurlar(aşk?). böyle basit bir konuyu, içinde çok az diyalog olan bir sessizlikte anlatmak muhteşem bir yetenek gerektirir. Filmdeki diyalog olmadan, sadece bakışlardaki anlamların ifade ettiği spontane sahneler o kadar çok ki hemen hemen filmin bütününü oluşturuyor. Sofia Coppola bu yeteneğini babasından almış gözüküyor. özellikle benim dikkatimi çeken, otel odasındaki büyük camdan görünen Tokyo manzarası ve uykusuzluk. Uykusuzluk ve sıkılganlık gibi ortak noktalar bu iki insanın birbirlerine karşı olan duyguların oluşmasını sağlıyor. Filmi çekici kılan unsurlardan biri de, filmin büyük bütününün Tokyo''da havanın koyu mavi bir alacakaranlık olduğu zamanlarda geçmesi. Polanski filmlerini andıran bu alacakaranlık her zaman ilgimi çekmiştir ve bir insan içindeki duyguları en yoğunlaştıran zamanlardır. Tokyo, renkli, kalabalık, karmaşık fakat bütün bunlara rağmen insanı yalnızlaştıran bir şehir görünümünde. Sofia Coppola film boyunca odaklanmayı çok iyi kullanmış. önce her renkten ışığa odaklanmış, daha sonra odağı bozarak ışıkları arka plana alıp buğulu bir görüntü oluşturmuş ve ön plandaki görüntüye odaklanmış. Bunu filmin içinde birçok defa yapmış. Bence bunu yapmasının sebebi Tokyo'daki ışık çılgınlığının insanı bir süre sonra uyuşturup düşünemez ve yalnızlaştıran bir duruma getirdiğini göstermek olabilir. Belki de kıçımdan sallıyor olabilirim, bilemiyorum ama böyle düşünüyorum.

Filmde devamlı bir uykusuluk durumu var ve bu yönden filmdeki karakterleri kendime yakın hissediyorum. Aynı yatakta yan yana yattıkları bir sahne var. İkiside birbirlerini arzuladıkları ve aralarında bir çekim olduğu halde sevişmiyorlar ve sadece konuşuyorlar. Kendilerini konuşarak tatmin ediyorlar. Bence bu sahnenin film içindeki önemi büyük. çekingenlik, vicdan azabı ve zevk arasında kaldıkları bir sahne.. Eğer yanında Scarlett Johansson yatıyorsa ve sen ona dokunmadan kendine sahip çıkabiliyorsan bu zaten başlı başına bir başarı ve zevktir. Filmdeki müzikler ayrı bir şahane. Death in vegas(filmin başlangıç müziği, bende var isteyene gönderebilirim), air, squarepusher... Film boyunca sanki caz müziği dinliyormuşsunuz gibi bir hava oluşuyor.. Filmde Brian Ferry yorumu "more than this" şarkısını Bill Murray''in karaokede nasıl rezil ettiğini izliyoruz. Ama bu şarkının özelliği, şarkının ismi ve sözleriyle birlikte hissettiklerini nasıl güzel bir şekilde anlattığıdır. Bu sahnede yine hiç bir diyalog yok ve her şey bakışlarda bitiyor. Sofia Coppola, film içinde çok az kişinin(japonların) anlayabileceği bir dili tercüme etmemeyi seçmiş olabilir, ancak anlamların ayrıntılarda gizli olduğuna inanların güzel bir tercüme yaptığı kesin. Scarlett Johansson'u film boyunca iç çamaşırı ile görmek insanı ne kadar kışkırtsa da, film insanı içine alıyor ve yoğurup kendi ile bütünleştiriyor. Japonların boyları, gevezelikleri, talk-show''cuları ile dalga geçilsede filmi izledikten sonra japonya görülmeden ölünmeyecek diye bir kenara not düşüyor insan. film umutsuzca başlıyor fakat, son sahnede bizim duyamadığımız, kulağa fısıldanan bir kaç cümleyi kimse bilmiyor ve bilmeyecekte çünkü Coppola''nın da söylediği gibi: "Onlar aşıkların arasında". Ve bu bizlere(bana) bazı şeylerin hala var olduğu hissettiriyor.. -everyone wants to be found!-

28 Temmuz 2008. Yeni yaşımın ilk gününde aklıma şöyle bir soru gelmiyor değil; niye bardaklar camdan yapılıyorda tahtadan yapılmıyor? belki o zaman içimi daha leziz olur?

[paslı kavanozdaki beyin] içinden çıktı


Ne diyordun?